Baba-oğul hesaplaşmasını anlatısının merkezine alan filmlerden biri olan Özcan Alper’in yönetmenliğini yaptığı Aşıklar Bayramı 2 Eylül’de Netflix’de gösterime girdi. Film, Yusuf adlı bir avukatın yıllar sonra dönen babası Heves Ali ile olan yüzleşme hikayesine odaklanıyor.
Çok sıradanmış gibi görünen ama aslında çok da önemli bir mevzu olan baba-oğul ilişkisi, Eşkıya, Babam ve Oğlum, Ahlat Ağacı gibi pek çok filmde de işlenmişti. Simgesel ya da gerçek babaların oğulları ile olan ilişkileri aidiyet, kimlik, hegemonik erkeklik, iktidar, din, gelenek geçmişle hesaplaşma, vb. pek çok önemli konunun tartışılmaya açılmasına zemin oluşturması anlamında kıymetli. Bu anlamda Aşıklar Bayramı işlediği tema ile dikkat çekerken aynı zamanda oyuncu kadrosunda yer alan Settar Tanrıöğen, Erkan Can, Kıvanç Tatlıtuğ gibi önemli isimler ile ve elbette filmin yönetmeni Özcan Alper ile de beklentileri yüksek tutan bir film.
Yaklaşık 10 yaşlarında olan küçük Yusuf’un fotoğraf çekimi ile açılan ve babanın yokluğunu izleyicisine gösteren film, 25 yıl sonrasından hikayesini anlatıyor. İşten eve dönen Yusuf’un gündelik yaşamını sakince izleyicisine gösteren Aşıklar Bayramı, bir yandan da Yusuf’un gece koltukta okuduğu Latife Tekin’in Sürüklenme adlı kitabındaki sürüklenme halinin çağrışımları ile izleyicisini başbaşa bırakıyor. Kitabın açıklamasında yazan “Yüzümüze ölümün gölgesi düştüğünde hayat ısrarla yaşama şansını tanımak istiyor bize, türlü biçimlerde uyarıp uyarıp tekrar tekrar sınıyor bunun için.” cümlesinde de ifade edilen romanın ana karakterinin durumu ile Yusuf’un durumu arasında inceden inceye kurulmaya çalışılan bağa, yağmurlu gece ile kurulan atmosfer de eklenince, film keyifli bir açılış yapıyor.
Bir gece, yalnız başına evinde uyuklarken gösterilen 39 yaşındaki Yusuf’un kapısı çalıyor. Gelen kişinin fiziksel varlığından önce, öksürük sesi Yusuf’un evine nüfus ediyor. Biraz sonra bir gecelik “misafir” olarak 25 yıldır görmediği babasının geldiği anlaşılıyor. Hikayenin geri kalanı ise ölmek üzere olduğunu öğrendiği babasıyla Yusuf’un, Kırşehir’den Kars’a doğru yolculuklarına ve ikilinin yüzleşme hikayelerine odaklanıyor. Bu yolculuğun güzergahı olan Kırşehir, Kapadokya, Dersim, Bingöl, Erzurum ve Kars ile birlikte Heves Ali’nin aşkları ve aşıklar nezdindeki önem ve kıymeti de filme yansıyor. Sinematografik anlamda başarılı çekimler ve yol izleğine eşlik eden türküler ile film, görüntü estetiği ve ses kalitesi anlamında iyi iş çıkarıyor. Ancak dramatik anlamda bazı noktalar filmde sorunlu görünüyor ve bu durum filmi olması gereken noktanın altına çekiyor.
Edebi metinleri sinemaya uyarlamanın çeşitli zorluklar taşıdığı aşikar. Yönetmenin edebi metni görsel ve işitsel bir dille yeniden yarattığı, filmin yeni bir eser olduğu rahalıkla söylenebilir. Alper’in, kitabın yazarı Kemal Varol ile filmini senaryolaştırken bütün bu zorlukların farkında olarak, filmin hikayesini birlikte kurmuş olduğu belli. Edebi metinle kurulan bağın düzeyine elbette senarist, yönetmen ve/veya yapımcı karar verecektir ancak uyarlanan filmi izleyen seyircinin, edebi metni okumamış olma ihtimalinin de hesaplara dahil edilmesi gerekli. Anlatının, film olarak yeniden inşasında yeni unsurlar eklenebileceği gibi edebi metindeki bazı öğeler de tercihen dışarıda bırakılabilir. Ancak bu değişikliklerin iyi tasarlanması gerekli aksi takdirde uyarlama filmde ciddi boşluklar oluşabilir.
Gelelim Özcan Alper’in filmine ve anlatısındaki sıkıntılara… Alper’in yönetmenliğine ve ekibin emeğine saygı duymakla beraber filmindeki baba ve oğlun fiziksel yolculukları ile birlikte anlatılmaya çalışılan içsel yolculuğun baba nezdinde kurulamadığını belirtmek gerek. Oğlun aksine babanın derdinin ne olduğu film boyunca netleşemiyor. Babanın öldüğü sahnede ağlayan ve çocukluğundaki baba yokluğu ve babasına dair olmamışlık hissiyle yüzleşen Yusuf’un, babasının şapkasında bulduğu çocukluğuna ait fotoğraf, İç Anadolu’daki babaların sevgilerini gösteremeyişlerini imliyor ancak helallik almak için 100’lerce km yol giden hasta babanın 25 yıldır oğlunu aramayışının nedenini açıklamaya yetmiyor.
Kendi babasının da onu terk ettiğini anlattığı sahne ile beraber arkasında bıraktığı hayal kırıklıkları Heves Ali’nin bencil bir adam olduğunu düşündürüyor ancak aşıklar arasında bu denli hatırı geçen biri olması ile de bu durum çelişiyor. Küçük bir çocukla başbaşa bırakarak, terk ettiği eşinin kabrini ölmeden önce ziyaret etmeyi düşünen Heves Ali’nin, “evleneceğini düşünemediği” karısını neden bıraktığı da anlaşılamıyor. Ölümüne günler kala helallik alma halinin gerekçesi de bu yüzden oturmuyor. Hastane odasında bağlamasının arabada mı olduğunu soran, en sevdiği türkü çalınınca gözlerini açan, son dakikasında aşıklarla buluşan Heves Ali’nin bu dünyada adalet olmadığını söylemesi ise yine anlaşılır olmuyor.
Babanın aksine Yusuf’un bu adaletsizlik yüzünden kendi adaletini kurma çabası, meslek olarak avukatlığı seçmesi, tutunamayışı ve babası ile çekindiği son fotoğraf ve türkülerle tek başına yoluna devam edişi dramatik ve başarılı bir sahneye dönüşüyor. Babasının aşık arkadaşı Kul Yakup’un dediği “Evlat, kendini fazla yorma. Baba dediğin zaten yarım kalmış kelimedir. Babalar hep yarım kalır.” sözleri Yusuf’un babasının ölümü ile zaten eksik olan yanının asla tamamlanamayacağının da altı çiziliyor. Belli ki bu yüzden de kadınlarla ilişkileri de yarım kalacak ancak bu durum sadece tahmin edilebiliyor, filmde karşılığını bulamıyor. Çünkü onu sürekli arayan Yıldız’ın kim olduğu da hemşire Dilek’in evine gitme nedeni de yine anlaşılamıyor.
Durum böyle olunca, baba ile oğlun fiziksel yolculuklarına eşlik edecek bir Türkiye panaroması sunulması bekleniyor ancak bu beklenti de “cem ve semah sahneleri” dışında pek de gerçekleşemiyor. En temelde baba-oğul yüzleşmesine odaklanan filmde, anlatının aksi, zaman zaman anlatıya eklenen Kul Yakup, Bekir Çavuş, Salim, Mamos ve Hamamcı gibi yeni yan karakterlerle kayıyor. Maalesef bu yan karakterlere ait hikayeler netleşmeyince filmde yeni boşluklar oluşuyor. Ayrıca gidilen yeni mekanlarla filme eklenen yeni karakterler, anlatıya yeni bir düğüm atmadığı gibi çözüm de sunmuyor. Bu yüzden yolculuk devam ettikçe, ona aşık olan ancak hayal kırıklığına uğramış kadınlara ve hürmet gördüğü aşıklara yenileri ekleniyor ancak bu yeni yan karakterler yeni bir şey söylemiyor, aksine filmin tekrara düşmesine ve yol gibi filmin de uzadıkça uzamasına neden oluyorlar. Sonuç olarak da film, tüm başarılı yanlarına rağmen, izleyicisini bir tür tamamlanmamışlık hissi ve olmamışlık hali ile başbaşa bırakıyor.
Netflix’in Türkiye yapımlarının çoğunda sıklıkla görülen anlatılardaki problemlerin, eksikliklerin ya da tutarsızlıkların son dönem Türkiye’de sinemaya sirayet etmiş bir sorunu da gösterdiğini düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu gibi sağlam auteur isimlerin izinden giden pek çok genç yönetmenin onlar gibi aynı zamanda hem senarist, hem yapımcı olma halleri bazen zorlama işlerin çıkması ile sonuçlanıyor. Her yönetmenin iyi bir anlatıcı olamayacağı gibi her iyi anlatıcının da iyi bir yönetmen olamayacağı kabul edilmeli ve gerçek anlamda bir iş bölümü ve uzmanlaşmanın şart olduğunun sektörde de anlaşılması gerekiyor.
Pandemi ile yaygınlaşması hız kazanan platformlara, aynı anda birkaç proje çekilmeye çalışılması ve aslan payının alınılma çabaları, zaten Yeşilçam anlatı geleneğini kırmaya çalışan ve karşıt bir sinema dili kurmayı deneyen yönetmenlerin inşa ettikleri dilin de tekrara düşmesine neden oluyor. Diğer yandan neredeyse geleneksel medya ile benzer işlerin platformlarda olması ise hayal kırıklığına neden oluyor. İyi network kuran ya da kendi tekelini yaratan bazı yönetmen/yapımcıların çektikleri filmler bazen yalnızca kirlilik de yaratabiliyor. Teknolojik anlamda sahip olunan görüntü kalitesi ve üstüne eklenen atmosferler ve iyi oyunculuklar maalesef filmleri kurtarmaya yetmiyor. Uzun uzun yapılan çekimler, bir türlü derinleşemeyen karakterler ve onların uzun uzun verdikleri es’ler, birbirlerinin tekrarı temalar, dağılan anlatılar ciddi sıkıntı olarak filmlere yansıyor. Elbette sektör şartlarından dolayı hem film hem dizi hem reklam hem klip çekmek durumunda kalan yönetmenlerden beklenilen, belki süper kahramanlık gibi de olabilir bu şartlarda…
Bu arada son olarak, Alper’in, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda, Ulusal Uzun Metrajlı Film kategorisinde Karanlık Gece filmi ile yarışacağını ve aynı zamanda filminin dünya prömiyerini de gerçekleştireceğini hatırlatalım. Heyecanla filmi beklerken, Alper’in Sonbahar (2008) filminde kurduğu özel dil ve hikayeden sonra yüksek beklentilere sahip benim gibi izleyicilerini yeni filminde, mutlu edeceğini umut ediyorum.
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit