Pek meşhur uzay taşıtı Apollogillerden 17.’sinin (son ay yolculuğunu yapan araç işte) mürettebatı, bundan yarım yüzyıl evvel, evlerinden tamı tamına 29 bin kilometre uzaktayken, arkalarına aldıkları zalim dünyayı görürler ve büyülenirler. Vay arkadaş vay diye iç çekerler, bu ne güzel bir manzaradır. Sonra hayıflanırlar, şimdi bize inanmaz ahali, hem düz dünyacılara gol de atmış oluruz derler (veya demezler, ben uydurdum burasını) ve gerçek bir kanıtla dönmeye karar verirler. Karanlıklar içerisindeki yerküreyi kadraja alır, deklanşöre basar ve cillop gibi bir fotoğraf çekerler, 40 yıllık usta şipşakçılar gibi. Resmen renkli, cicili bicili ve albenili bir miskete benziyordur o mesafeden dünyamız, haliyle eserin adına da mavi bilye derler.
Hah! Aynı tarihlerde bu biricik mavi bilyenin insan nüfusu, dört milyardır, geçen 50 yılda dur durak bilmemişiz ve tam gaz üremişiz ki, popülasyon iki katına çıkmış ve nihayet sekiz milyarı geçmişiz. Dile kolay! Bunca kalabalık ne yer ne içer, halimiz vaktimiz iyi midir, sonumuz nicedir ise bambaşka konulardır, haliyle. Ancak distopik gelecek, artık pek varsayım gibi de değil ha, sadece henüz gerçekleşmemiş bir gerçek. Vah! Mutlu yarınlar, harbiden katlana katlana artan tüketici türün insafına kalmış. Düşünün, ne paylaşım (dünya) savaşları ne deprem ne tsunami ne de diğer afetler, deliler gibi çoğalışımıza engel olamamış, açlık, kıtlık, hastalık da keza öyle. Aslında Sick of Myself / İlgi Manyağı (2022) filmine dair, aklımdan geçenleri deyiverecektim, mevzu nüfusa nasıl geldi, belki de böylesi mahşeri kalabalıkta, neyin ilgisi, neyin manyaklığı gardaşım demek istedim, şuursuzca.
Elbette ilgi arsızlığının çağı yoktur, hemen her dönemde insan dediğin, illa meyillidir, bütün gözlerin üzerine çevrilmesine. Belki de lanet boşluk hissiyle baş edemeyince veya hayattaki kadim anlamsızlıktan uzaklaşabilmek için, önemsenmek adlı can simidine sarılıyoruzdur hep beraber ya da teker teker, kim bilir? Değerli, önemli, özgün, farklı, hakiki, gösterişli, işte dikkat çekecek denli bir şey olmak istiyoruz lakin, milyarlar arasında şansımız nedir, bilemedim. Sürüde olan herkes, sürüdeki diğerlerine ben sürüde yokum demeye çabalıyor. Trajikomik bir çırpınma bu, varoluşsal sancı çekemeyecek kadar yüzeysel olanlar en rahatı, derine indikçe huysuzluk ve huzursuzluk artıyor, of ki of!
Elit olma arzusu, seçkincilik halleri, asillik ve avamlık gibi geçmişten bugüne taşınan ayrılıklar ve saçmalıklar, çirkin ilan edilene baskı, güzel bulunanı şişirdikçe şişirme, güç saplantılılar, fiziksel farklılara göre davranışını ayarlayanlar, paraya pula göre şekil alanlar, yargıladıkları şeye hızla dönüşüp yadırganacak hale bürünenler, asri çağda artık çoğunluk, külliyen ilgi arsızı olmuştur, sen, ben, o değişmiyor.
Dünyanın en zengin insanı Elon Musk, Twitter’ı para kazanmaktan ziyade, kibrini okşayacağı, şımarıklığını coşturacağı, ilginin hasını koşturacağı bir alan olduğu için almadı mı? Instagram’da ekseriyetle neden en özel haller paylaşıyor, etini, tenini, evini, işyerini, neredeyse her şeyini ortaya sermek, normaldir, anormaldir tartışmasına girmeyeceğim elbet, herkesin kendi seçimidir, ancak mesele, biraz olsun doymak bilmeyen ilgi açlığıyla ilişkilendirilemez mi? Misal sahte doktor genç kızın esaslı öyküsü, hepimizin ilgisini çekmedi mi? Doğum gününde kendine, “Çapa’nın gururu, seni seviyoruz” diye çelenk göndermesi, işte bizim Sick of Myself / İlgi Manyağı adlı Norveç-İsveç ortak yapımı filmimizin büründüğü kara mizah ile izah edilebilir, kanımca.
Peki, bu kalburüstü yapıt, sinemalarımızın ilgi manyağı olabildi mi? Ne gezer, sayın halkımızdan yaklaşık 21 bin kişi salonların yolunu tuttu. 85 milyonluk memlekette, ilgiyi beyazperdede değil de bambaşka yerlerde arayacağız demek ki, hal böyleyken böyle. Aklıma gelmişken söyleyeyim, birçok sahnesinde gülsem bile, bu filmin hüzünlü bir yanı var. Çalı dibinde yuvası, böyle götürür havası diye bir vecize var, yani her koşulda caka satmaya çabalayan insanlar için uygun görülmüş. Hani ünlü rejisör Frank Capra söyler ya; “Dramda hatalarım oldu. Oyuncular ağladığında dram olduğunu sanıyordum. Fakat asıl seyirci ağladığı zaman dramdır.”
Kahramanımız Signe, sevgilisi Thomas ile kıyasıya bir rekabet içerisindedir ve dibe doğru istikrarlı bir şekilde yürümektedir. Hasetlikte sınır tanımamış, hastalıklı bir hal almıştır. Goethe boş yere konuşmamıştır; “Kıskançlıkla kuruntunun gözleri son derece keskindir” diyerek. Debelenip duran Signe, Thomas çağdaş sanatçı kisvesine bürününce ve haliyle ünlenince, direkt gemileri yakmıştır. Kendini acındırmak dahil her kartı kullanmaya gerçekten kararlı olan uçuk kaçık kadın Signe kadar Thomas’ın da tuhaf bir herif olduğunu anlarız film ilerledikçe. En nihayetinde deli deliden, imam ölüden hoşlanır, değil mi ama? Kuzeyliler iyi filmler çekiyor gibi bir klişe, buraya uyar. Eee yapmış işte adamlar. Gerilimi bünyesinde taşıyan, deliliğe yatkın sinema iyidir, iyi. Unutmadan, Kristoffer Borgli’nin de adını bir kenara yazalım, yönettiği filmleri seyretmek farz oldu.
Görünür olmak mı yoksa görüyor olmak mı asıl mevzu, şüphesiz tartışılması gerekir. Bakın şöyle de bir şey var. Zapatista hareketinin (EZLN) eski sözcüsü Subcomandante Marcos, “Biz görünür olmak için yüzümüze maske geçirmeye karar verdik, çünkü daha önceleri kimse bizi görmüyordu. Kızılderililer ‘görünmez’ ve ‘yok’ durumdaydılar. Paradoksal bir biçimde, yüzümüze maske geçirdikten sonra bizi gördüler ve görünür hale geldik” der.
İşte bizler, tüketim çağında, hasletlerden hızla uzaklaşıp, yüz ne ki, resmen her şeyimizi gösterme peşindeyken ve kendimizle bu denli ilgiliyken, 14 yaşındaki Dicle Nur Selçuk, gece yarısına doğru çalıştığı fabrikada, iş makinesine kendini kaptırarak tatlı canından oldu. O saatte uykuda olması gereken çocuklarımızı canları pahasına çalıştırdığımız dünya, keşke bir simülasyon olsaydı. Ama hayat, can verdikçe tekrar tekrar başladığımız heyecanlı bir oyun değil, tek hakkımız var. Ve biz bunu, paylaşmak ve bölüşmek için değil, ilgi çekmek için kullanıyoruz. Ah! Bu çok zavallıca, hepimiz için.
Öteki Sinema için yazan: Alper Turgut